Dienstag, 12. Juli 2016

KEÇİLİ TEPE İDİ ADI ASLINDA...HER ZİYARETİMİZDE İTHAM EDİLDİĞİMİZ YER...

Klaus , Göbekli Tepe kazı ekibini, çocuklar kazısı başlamamış alanları, diğer neolitik yerleri de tanısınlar diye buraya geziye götürdüğünde her seferinde burayı bulduğunu iddia eden kişi jandarmayı arayıp kaçak kazı yapıyorlar diye şikayet eder, köylüleri kışkırtır, bizi oraya almamaları için uğraşırdı, hatta bir kere buradan dönüşte tutuklandık resmen, ekibin arabasını arayın diye askerleri telefonda kışkırtan yine aynı şahıs yüzünden Kırlık Karakolu nda üç saat bekledik, çünkü savcıya intikal etmişti olay...tabiiki yüzey toplaması falan yapmamıştık, tabiiki arabada bir şey yoktu ...karakolda askerler bize dut topladılar ikram ettiler, sonra hocamızdan çok özür dileriz falan diyerek bizi uğurladılar...Son Karahan Tepe ziyaretimiz 2012 de idi sanırım, yine çirkinliklerle karşılaşıp, bir de bize yine hesap sormalar başlayınca niye oraya gidiyorsunuz diye(bu sefer yeni müze müdürü de katılmıştı bu hesap soranlar kervanına) , Klaus da yeter artık demişti, gitmeyelim, yayınlardan görsün öğrenciler ne göreceklerse, bıktım... Bu arada siz gitmeyin diye ısrar ettikleri yer , uzak bir köyde, bir tepe...ne sınır bölgesi, ne arkeoljik kazı var, ne tarla, ne etrafı sınırlı...Yayını yapılmış, arkeolojik bir buluntu yeri...gitmememiz için aşağı yukarı tek sebep şu, 'biz sizi istemiyoruz, sevmiyoruz, gelmeyin, gitmeyin buraya !' Ve bunu Klaus Schmidt gibi bir insana yaptınız...
Geçen yıl Andrew Collins adlı sözde araştırmacının Youtube da burada elinde kırık metre ile yüzey buluntularını ölçtüğü, resmen keyfi yüzey araştırması yaptığı görüntüleri gördüm sonra...Klaus Schmidt e ve Göbekli Tepe ekibine nasıl sataşsak diye düşüneceğine bazı yetkili kurumlar, elini kolunu sallayıp müzede , orda burda fotoğraf çekip yayın yapan bu insanlarla uğraşsaydı keşke...
Karahan Tepe haberinde deniliyorki 1997 yılında yüzey araştırması sırasında keşfettik...Aslında burası sözkonusu kişiye İdris B. adlı Örencik köyünden birisi tarafından gösterilmiştir, asıl adı Keçili Tepe dir, yakınlardaki göçerler Geçili Tepe derler, adı yayını yapan kişiler tarafından değiştirlmiştir. Bahsedilen yüzey araştırması sonraki yıllarda yapılmış ve burası da bu yüzey araştırmaları sırasında bulunmuş gibi davranılmakta ve yayınlanmaktadır. Araştırma tarihi ile ilgili bu tür saptırma bilgiler alanın arkeolojik değerini etkilemez kuşkusuz ama ne kadar etik bir davranıştır bilemem. Örencik köyü Göbekli Tepe nin yakınındaki köy, İdris B. belki Göbekli Tepe yi bildiği için Keçili Tepe de yüzeyde gördüğü eserlerin ne olduğunu tahmin edip , Urfalı bir arkeolog arayıp, göstermek istemiştir. 
Yine haberde belirtilen, planlanan kazı çalışmaları var mı sorusu üzerine verilen şu görüş dikkatimi çekti: 'Şuan için yok. Ve bu yerlerin gelecekte yapılacak kazılar için rezerve edilmesi gerekmektedir. Çünkü biz henüz Göbekli Tepe’yi tam olarak anlamış değiliz. Bu nedenle Karahan Tepe’nin kazılmasından çok şuan için korunmasına ihtiyacı var.'  Bunun açıklaması şöyle, ' kim uğraşır yeni bir proje, yeni bir kazı ile, şurda hazır Göbekli Tepe varken!' 
Klaus , senelerce çevrede bilinen aynı kültüre ait bu alanların araştırmalarının başlamasının gerekliliğini savunmuştu, Göbekli Tepe ile karşılaştırabileceğimiz her türlü veri , Göbekli Tepe yi anlamamız yolunda büyük adımlar atmamızı sağlayacaktı, o yüzden de Tigris bölgesinden gelen yeni neolitik verileri heyecanla takip ediyorduk...Reserve korunması gereken bir yer varsa o da Göbekli Tepe nin kazılmamış alanlarıdır, Klaus bıkmadan usanmadan anlatırdı, her yeri kazmayacağız, gelecek nesillere bırakacağız diye..
Sadece yüzey araştırmaları sonucu belirlenen Göbekli Tepe benzeri yerler alan olarak oldukça küçük, buralarda bir an önce jeomanyetik ve georadar ölçümlerinin yapılması, yoğun yüzey toplaması sonucu elde edilecek eserlerin incelenmesi ve yayınlanması ve georadar ölçümleri sonucu belirlenecek alanlarda kazıların yapılması bölge neolitiğini daha iyi anlamak için yapılacak en önemli işerden birisidir. Hatta bu alanların ayrı ayrı küçük ekipler halinde araştırılmasından ziyade hepsini kapsayan geniş bir neolitik araştırma projesi ile işe girişilmelidir kanımca.. Ankara dan, İstanbul dan , yurtdışından konunun uzmanları bir araya gelip ortak proje oluşturabilirler...sonra gidilip Doğuş grubuna ödenek için kaynak sorulabilir mesela !Göbekli Tepe nin tanıtımı için miyonlarca lira yatırım yapıyorlarmış ya, Davos ta Göbekli Tepe dikilitaşların buzdan kopyalarını yapıp, tanıtım partisi de yaptılar , buna mı hayır diyecekler !

Sonntag, 29. Mai 2016

BERHO AMCA`nın ardından...

Onu Hasan’ın ve Tarık’ın dedesi olarak bilirdik, Mahmut`un babası ve Şavak Amca’ nın kardeşi olarak...Kardeşinin aksine çok az gelirdi Göbekli Tepe’ ye, 20 yıl boyunca belki beş altı kere karşılaşmıştık...Adını dahi tam olarak bilmezdik, çünkü bizimle hiç çalışmamıştı ve sigorta işleri ya da başka bir resmi iş için kimliğini falan hiç görmemiştik...Bilmiyorum kürtçe konuşan her köşede böyle mi ama , bizim çocuklar babalarına, dedelerine, amcalarına sadece apo derlerdi hep...Ona ama herkes baba dermiş köyde...

Hani olur ya masallarda, ya da rüyalarda ışıklar içinde bir beyaz sakallı dede, işte tam da bu tanıma uygun bir dinginlik, bir duruluk olurdu yüzünde...sanki bizim aramızda değil aksine çok sakin, çok huzurlu bir başka boyutta yaşıyor gibi hareket ederdi ..Bir keresinde ben taş bahçesinde( taş bahçe: büyük taş eser parçalarının sıra sıra durduğu alan, evet öyle bir hizada durmaları da benim işim, takıntılarım yüzünden oluşmuş bir düzen) çalışırken sessizce kuzey yönündeki tarlasına doğru gittiğini görmüştüm, birkaç saat sonra yavaş yavaş yürüyerek bana doğru geldi...taş bahçesinin duvarının kenarındaydık, taşlara numara falan yazıyorduk , onun torunu Hasan ve kardeşinin torunu Yakup ile...duvarın kenarına çöktü sessizce, hani o toprakların insanı sırtını bir yere dayayıp çömelip oturur, öyle oturdu, baktım elleri kıpkırmızı idi, meğer tarlada bir şeyler ilaçlamış, büyük ihtimal maskesiz , eldivensiz el sürmemek gereken bir sıvıyı çıplak elle uygulamıştı...Torunlar ona su getirdiler hem içmek için, hem ellerini yıkaması için, sonra bir de çay geldi galiba...biraz sonra yavaş yavaş yürüyerek köye döndü...kazı alanına gitmedi, kimse ile konuşmadı... ben onu öyle seyrediyordum, sanki doğaüstü bir huzur, bir ermişlik, adını koyamadığım bir şey vardı gözle görebildiğim...benim aklımda bir yandan; neden iki kardeş bu kadar farklı, o neden ve nasıl bu kadar durgun ve dingin ve elleri ilaçtan yanıyor mu acaba gibi seksen tane soru dolaşırken , bir başka dupduru insan Klaus, batı platosundan doğuya , kazı alanına giderken önümüzden geçti, ikisi selamlaştılar, sanki 40 yıldır her gün konuşup görüşüyorlarmış gibi öyle sakin, öyle sukut içinde bir selamlaşma idi...

Sonra bir ara, Veysi’ nin kardeşi Mehmet anlattı galiba bana hiç unutmayacağım o güzelim hikayeyi..Berho amcanın bir atı varmış eskiden, sonra yaşlanmış at, birde bir başka hayvan bacağını mı ısırmış, yoksa kırılmış mı orasını tam hatırlamıyorum ama kötü bir yarası olmuş o vakur hayvanın, yara iyice iltihaplanıp koku yapmaya, at kendisinden beklenen işlere koşulamamaya başlayınca etrafta rahatsızlıklarını göstermiş insanlar...atı satmasını, elden çıkarmasını falan beklediler herhalde...Ama Berho amca atına o zulmü yaşatmamış, onu merhametle, köyden uzak kimseyi rahatsız etmeyeceği,bir yere götürmüş, her gün suyunu, yemini vermiş atının, ta ki o canını teslim edip, son nefesini verene kadar....bu hikaye hep aklımda kaldı yıllarca, yüreğime dokundu...sadece hayvanları çok sevdiğim ve içinde bir atın kurtarılma hikayesi olduğu için değil, başka bir tını da vardı bu sessiz hikayede...merhametin ve iyiliğin varlığına dair bir küçük umut belki?

Dün, Göbekli Tepe’ nin çocukları Hasan ve Tarık’ ın ve kardeşlerinin dedesi Berho Yıldız son nefesini vermiş...rahat uyu Berho amca...yolun ışık dolu olsun..


Freitag, 27. Mai 2016

Uyku, biraz uyku ve unutma umudu


...fakat ne uyudum bir haftadır, gözümü açtım, biraz olanları düşündüm, mesajlara, maillere baktım, bazen kardeşimle, bazen beni bırakmayan bir iki kadim dost ile telefonda konuştum, sonra yine uyudum, hatta bazen kendimi uyumaya zorladım...bu durumu Klaus' un ardından ilk günlerde, haftalarda, aylarda da yaşamıştım...hayatı boyu düzensiz uyuyan, uykusuzluk çeken birinin uykuya sığınması...hani bir ninni vardı, 'uyusun da büyüsün ninni' mi ne, öyle bir şey hatırlıyorum, benimki de benzeri, uyuyayım geçsin biraz acı, uyuyayım belki unuturum çirkinlikleri, kötülükleri umudu...

Dienstag, 24. Mai 2016

Son bir bakış...

Karmakarışık ama rahat çalışma odasına son bir bakış ile Göbekli Tepe‘ ye vedanın Almanya kısmını da ardımda bıraktım…Çalışma arkadaşlarım Jens ve Oliver dan ve yıllardır Klaus un yanında birlikte yaptığımız çalışmalardan uzak kalacağıma üzgünüm, şu bilgisayarın başına oturduğumda önüme açılan sonsuz araştırma imkanlarını da özleyeceğim ama en azından bunu kütüphanelerde telafi edebilirim…
Klaus’un, kazı ve araştırma tecrübesi ya da araştırmacı vasıfları nedeni ile değil, anadili nedeni ile, metinleri düzeltmede lazım olur diye projeye aldığı, kazıyı da bir görsün diye bir sezonluğuna Urfaya götürdüğü ama Klaus un aramızdan ayrılması ile  birdenbire  bu muhteşem kültür varlığının  ve araştırma sonuçlarının üstüne adeta konma şansı kendine sunulan ve bunu dibine kadar kullanan ve anlaşılan Türkiye deki biat sistemine de pek uygun karakterdeki densiz, saygısız insanı ve sayesinde ortaya çıkan huzursuz çalışma ortamını ise özlemeyeceğim kesin... Klaus a sağlığında değer vermeyi bilmeyen, bana başsağlığı dilemeye bile tenezzül etmeyip aksine hayatını biraz daha zorlaştıralım gayretine düşen enstitünün Türkiye şubesi yetkilileri ise, siz zaten  benim için çoktan en diptesiniz, yıllardır Klaus a ve bana ve Göbekli Tepe‘ ye destek değil sadece köstek oldunuz
Hayatımın en zor ve en radikal kararlarından biri idi ama bir yandan da büyük bir girdabın içinden çıkmış gibi hissediyorum kendimi…Göbekli Tepe‘ ye olanlara uzaktan içim sızlayarak bakacağım...ziyarete falan gittiğimde giriş ücreti de talep ederler bunlar benden artık...olsun alırım biletimi gezerim 20 yılımızın üzerinde, Klaus da bana eşlik eder, o hep orada olacak...

 

Freitag, 20. Mai 2016

Göbekli Tepe' ye veda...

Klaus umun endişesi kazıyı, eser depolarını, yayınları düzenli bir şekilde arkasında bırakmak, projeyi devam ettirecek yeni nesillere kolay ulaşılabilir verileri iletmekti. Onun ardından birbuçuk senedir özellikle yayına yönelik, depoda bekleyen eserlerin belgelenmesi, incelenmesi konusunda kendimi sorumlu hissettim, bitirmem, düzenli bırakmam gereken işler vardı...Anca bu yıl, kendimi tekrar hazır hissettim Urfa ya çalışmak için gitmeye...Ama yapılan başvuruda önce ekip list...esinden ismimi sildirmiş birileri, ayrıca başvuru yapın dediler depo çalışmaları için, onu yaptım beş haftadır iki satır yazıyı yazıp göndermeyip, benimle, yarın arayın, on dakika sonra arayın diye adeta dalga geçtiler, yüzlerindeki pis sırıtmayı her seferinde görür gibi oldum....bugün nihayet yazı geldi, Urfa müze müdürlüğü yapacağım çalışmaya kısıtlama getirmişmiş, efendim 1995-2014 yılları arasında bulunan eserleri değil , şimdilik sadece 1995-2000 yılları arasında bulunanları çalışabilirmişim...Neden? Maksat eğlence olsun işte! Kazı görmemiş, arkeoloji okumamış insanlara emanet edin siz bilimsel çalışmaları, böyle dalga geçilsin araştırmacılarla...kazı gören birileri olsa etüdlük eserleri yıllarına göre değil , tipolojilerine göre ve ya bulundukları toplama birimine göre ve ya hammaddesine göre çalışacağımızı bilirlerdi en azından...ama kazı ve araştırma kimin umrundaki artık, millet birbirini çiğneyecek Göbekli Tepe yi nasıl paylaşalım derken...bir de üstüne, gönderdiğimiz yazıyı beğenmediyseniz bir daha başvurun dediler pişkin pişkin telefonun öbür ucundakiler...utanın yahu kendinizden! ..üzerinde şu an tepindiğiniz Göbekli Tepe ye eşimle birlikte 20 yılımızı verdik, insaf ! Kısacası yetti bana artık, geleceğe aktaracağımız dokümanlarda neden çalışmalara devam edemediğimi açıklarsam sorumluluk üstümden kalkar umarım...Klaus dan da özür dilerim bir dahaki ilk buluşmamızda, işlerini bitiremediğim için...hadi bana eyvallah...ne haliniz varsa görün... ben yokum bu işte artık... Klaus un aramızdan ayrılışına sevinçlerini gizleyemeyenler ve bana da hemen ardından keşke sen de ölseydin de kurtulsaydık hissini verenler, ölmediysen de biz seni yok etmesini biliriz harekatının önderleri sevincinizi doya doya yaşayın! Bir de bugün, sosyal medyada yazdıklarım dolayısı ile kendince beni uyarmaya çalışan alman solucan var, Doğuş Grubunun yaptıklarını eleştirmeyecekmişim, yoksa çalışma iznim gelmezmiş...Neymiş bu Doğuş grubu yahu, neler olmuş ya da oluyor Kültür Bakanlığında...dedim ya ben yokum artık bu işte, kalanlar düşünsün... Göbekli Tepe ,Klaus un duruluğundan sonra sizleri ne kadar barındırır onu da göreceğiz artık...

Samstag, 14. Mai 2016

Sevgilinin başucunda geçen zamanlar...



İki üç haftadır, Klaus‘un başucunda idim, onun baba tarafının  memleketinde, mütevazi  Franken köyünde , bize kısa  kaçış imkanları veren bahçemizde ve WLANsız, elektriksiz, küçük ekolojik evimizde zaman geçirdim. Alık alık bakınarak ağaçları, otları, böcekleri seyrettim sık sık, sevgiliyi son istirahat yerinde ziyaret ettim her gün, ona bahçemizden çiçekler götürdüm…Bunları yaparken an geldi, her şeyi anladığımı ve kabullendiğimi düşündüm,  bir başka an, bir  toprak parçasına bakıp onu özlerken çıldıracak gibi oldum, ama çoğu zaman, sanki hep yanımda ve bana sakin gülümsemesi ile bakıyor gibi hissettim…akşamları annemle konuşmayı aradım, bana, geçecek yavrum geçecek, zamanla azalacak acın demesini, teselli etmeye çalışmasını özledim…Klaus‘ un babası her kuşu ötüşünden tanır, bana da isimlerini söylerdi, ben de dinledim onları bu sefer uzun uzun ama anlamadan, hangisi ötüyor bilmeden…Bazen, lavaboya girip sonra çıkamayan aptal ve hem de dev boyutlu örümcekleri kurtardım, doğaya bıraktım, çok mühim, iyi bir iş yapmış gibi hissettim kendimi, sincap gördüm sevindim, bölgedeki geyikler azalmış mı ne, çok az gördüm onlardan, kuş avlıycam hevesi ile bütün gün aynı noktada pusuda bekleyen kedime kızdım azıcık…sonra durup dururken baharın ortasında , laleler falan açmışken kar yağdı, ben yine aval aval doğayı seyrettim…Uzun bir süre bilgisayarı dahi açmadığımı, ikide bir emaillere bakmadığımı, Urfa yı ve Göbekli Tepe yi de fazla düşünmediğimi, son zamanlarda oraları düşününce üstüme çöken özlem, üzüntü, panik ve huzursuzluk karışımı fazlaca ağırlaşan duyguların  benden uzak kaldığını farkettim…Sonra bir ara, emaillere yine baktığımda küçük karakterli, küçük beyinli bir insanın yazdıklarını okudum ve  beni alt üst etmenin ne kolay olduğunu bir kez daha anladım…Berlin‘e ve işe dönmem gerekirken, birden, istediğim kadar burada kalacağım kararına vardım…Hiçbir şey umurumda değil hissi geldi yine yoğun yoğun üstüme, kaybedecek ne kaldı, yaşanacak ve yaşanılmasından korkulacak  hangi acı, hangi an kaldı diye düşündüm yine..Sonuçta üç gün önce döndüm günlük hayata…bir inziva mıydı son iki-üç hafta, ne idi? Tek bildiğim iyi geldi bana aslında…Birbuçuk senedir bana , sakın uzaklaşma,  sakın kendini izole etme tavsiyeleri yapılıyor, taziye için bile sadece iki gün izin vermişlerdi işten…kural bu, ailenden birini kaybedersen iki gün izinlisin! Hala bazen kendi kendime hatırlayıp sinirlendiğimi farkederim, iki gün ne demek yahu? Son haftaların kaçışı, yalnızlık ve sukut güzeldi oysa..şimdi ise oturmuş yine bir şeyler yazıp paylaşıyorum, bütün gün bilgisayarın başındayım, Urfa ve Göbekli Tepe meseleleri beni sıkboğaz ediyor, bana duyurulanlar beni üzüyor, çoğunuzu kötü, hem de çok kötü bilirim diye düşünüyorum, sonra Klaus u düşünüyorum, onun gibi dupduru bir yürekle geçirdiğim zaman geri gelsin istiyorum…

Dienstag, 8. März 2016



Göbekli Tepe binlerce yıl önce toprakla doldurulurken buna karşı çıkan oldu mu? Dolgu sürecini sorgulayan?  ‘ kendi yarattıklarımızı nasıl yok ederiz?’ diyen?

Çivi yazılı tabletler ile bugüne kadar ulaşan bir metin vardır Mezopotamya’ dan, adı Enuma Eliş. Yedi kil tablet üzerine yazılmış, yaklaşık bin satırlık metinde  anlatılanlara, Babil yaratılış destanı da denir bazen, bulunan tabletler milattan önce birinci bin yıla tarihlenir.
Orda burda , aslında başka bir yayın ararken, çeviri metinleri ile  (arkeologlar, çivi yazılı tabletleri, filmlerde gördüğümüz sahlerin aksine kil tabletin üzerinde biraz parmağını gezdirerek okuyamıyor genellikle :) ) tekrar tekrar karşılaştığım  Enuma Eliş, başlangıç satırları  ve Tiamat’ın ‘kendi yarattıklarımızı nasıl yok ederiz’  ifadesine indirgenmiş olarak yerleşir hep hafızama. Metnin diğer kısımları zaten, daha çok Marduk’ un  ana tanrı mertebesine yükselmesi konusunu, propoganda havasında anlatır.
Hikaye kısaca şöyle:  ‘henüz yukarda gökyüzü yok iken ve aşağıda yeryüzü yaratılmamış iken’ diye başlıyor Enuma Eliş. İlk olarak, iki tane tanrıların tanrısı var başrolde, daha doğrusu bir tanrı Apsu  ve bir tanrıça Tiamat. Bunlar yavaş yavaş gökyüzünü, yeryüzünü  ve yaradılış efsaneleri için ilk etapta gerekli olan diğer bazı unsurları  yaratıyorlar, sonra da  diğer tanrıları.  Ama bu yeni  tanrılar bir süre sonra, nedendir bilinmez çok gürültü çıkarıyorlar ve Apsu bundan rahatsız oluyor.  Gürültücü yeni tanrıları  cezalandırmak, yok etmek istiyor, danışmanı ile birlikte Tiamat’a gidiyor planını açıklıyor, Tiamat çok heyecanlanıyor, kızıyor, sinirleniyor bu plana, kabullenemiyor cezayı ve yok etmeyi. Benim kafamdaki sahnede ise aslında hüzün ve acı ile, bir kadının koruyucu şefkati ile dönüyor Apsu’ya ve işte  hep aklıma  takılan o sözleri ediyor ‘ kendi yarattıklarımızı nasıl yok ederiz’.
İnsan beyni ve hafızası şaşırtır, iki satır metnin seni aldığı götürdüğü yerlere niye geldiğini kendin bile anlayamazsın.  Etkileşimlerin beni götürdüğü yer ise çoğunlukla Göbekli Tepe. Belki bu his hep vardı, ama bunu şimdi Klaus’un yokluğunda daha da fazla hissediyorum. Göbekli Tepe’ nin ikimizin hayatının her aşamasında  kapladığı, hatta, adeta işgal ettiği yer ile  aklıma, düşüncelerime, etrafı anlamama, karşılaştığım her türlü yaratıcı eseri algılamama kadar her konuda beni ve ayrıca daha da fazla  Klaus’u etkisi altında bıraktığını söylemem gerekir, kimse de şaşırmaz buna sanırım.
Göbekli Tepe’de Klaus un yanında ve onun ekibi ile birlkite 20 yıl boyunca çalışırken ulaştığımız önemli bilgilerden biri,  bulduğumuz neolitik dönem yapılarının bilinçli olarak dönem insanları tarafından toprakla dolduruldukları, bir şekilde gömüldükleri tespiti idi. Neden gömülmüşler/ doldurulmuşlar sorusu,  bu bilgiyi kavradığımız andan itibaren (kazıların son zamanlarında değil, ilk yıllarında idi bu) hepimizi meşgul eder hale geldi tabii. Arkeologlar olarak bu sorunun cevabını aramak için dolgu sürecini incelememiz gerektiğini biliyorduk ve buna yönelik çalışmalar yapıldı, yayınlandı , bu bilgi bilimsel çevrede paylaşıldı vs.   Aynı bilgiyi gelen ziyaretçilerle de paylaşmaya başladığımızda, Göbekli Tepe’ nin  günümüze  bu kadar güzel korunmuş olarak ulaşmasının, Urfa ya o kadar yakın ama o kadar uzak kalmasının ve binlerce yıl keşfedilmeyi ve Klaus Schmidt ile karşılaşmayı beklemesinin , kazılar başlamadan önce toprak üstünde hemen hiçbir şey görünmemesinin hep bu, yapıların zamanında bilinçli olarak doldurulması ile ilgili olduğunu anlatmaya çalıştığımızda, her duyduğuna inanmayacak kadar kendine güvenen, kendisine sunulan bilgiyi kendi bilgiçliği ile sınayan bazı ziyaretçiler ne saçma , öyle olamaz, niye bu kadar uğraşsınlar bunları yapmak için sonra da gömsünler derlerdi...Bir yandan da iyi bir kendine güven tavrı sergiliyorlardı bu kişiler belki de, kendine her anlatılana inanmamak iyidir !
Ne diyordum, Enuma Eliş ve Göbekli Tepe etkileşimleri...Aklımda bir kadın ...Göbekli Tepe’yi yapanların zamanından ...ama ille bir kadın olması gerekmez..belki birden fazla  birey, birileri işte...muhalif bir grup da olabilir...insanlık tarihinin neresinde, insanlar tamamen homojen bir birliktelik içinde yaşadılarki...o zamanlarda da farklı düşünenler, ötekiler  olmalıydı...
Göbekli Tepe’yi kapamaya başladıklarında, üzerini toprakla örttüklerinde, hüzünle, acı ile bu örtme işlemini izleyenler, niye kapatıyoruz diyenler olmuş mudur? Göbekli Tepe’nin T-biçimli dikilitaşları tahrip edilmemiş, bir zorbalık, bir şiddet görmemişler, neredeyse sevgi ile dikkatli bir itina ile toprak ile kapatılmışlar...Biraz Tiamat gibi  düşünen kadınlar var mıydı acaba o zamanlarda,  kendi yarattıklarımızı neden saklıyoruz, niye bir daha hiç görmemek üzere toprağın altına uğurluyoruz diye düşündüler mi onlar da? Eserlerinin üzerine toprak düştükçe görebildikleri son kıvrımları takip edip, o anı belleklerinde saklamak için çabaladılar mı, kendilerinden bir parçayı da üzerini örttükleri eserlerinin yanına koyuverdiler mi, bir hatıralarını beraber yolcu ettiler mi? ya artık her şey toprağın altına girdikten sonra ne hissettiler, ne anlattılar, ne söylediler, ne düşündüler?  Bu yaşadıklarının anısını geleceğe nasıl taşıdılar? Orada toprağın altında ne olduğunu halen bilen insanlar ne yaptı peki, tekrar tekrar Göbekli Tepe’ ye gelip etrafta dolaştılar mı? Gözyaşı döktüler mi?
Toprak sana iyi olsun, seni saklasın ve korusun dediler mi?
NOT: Bu yazdıklarımda kesinlikle Göbekli Tepe ve Enuma Eliş ilişkilendirme çabası aranmasın lütfen, sadece aklıma takılanların ve etkleşimler sonucu üreyen düşüncelerin paylaşımıdır bunlar, ne de olsa bir blog yazısıdır, bir çeşit dijital günlüktür ya da benzeri bir şey, fazla anlam yüklemeye gerek görülmesin...

Freitag, 8. Januar 2016

Haberin son paragrafından:
'Yerel kalkınmayı sağlamak açısından sürdürülebilir turizm projelerini desteklediklerini ifade eden Anadolu Efes Kurumsal İletişim Yöneticisi Zümre Yıldırım, “Gelecek Turizmde” 8 yıldır sürdürülebilir turizm modelleri yaratarak yerel kalkınmaya destek oluyor, Türkiye’nin birçok bölgesindeki değerleri gün ışığına çıkarıyoruz. Göbeklitepe’de Taş işçiliği projesi de destek olduğumuz 9 projeden birisi. Proje kapsamında taş işçiliği zanaatının yeniden canlandırılması amacıyla 6’sı kadın 20 taş işçisi istihdam edilerek bir atölye kuruldu. Tarihi günümüzden 12 bin yıl öncesine dayanan Göbeklitepe’deki taş işçiliğinin canlandırıldığı atölye sayesinde, taş işçilerinin elinden çıkan taş motiflerinin inşa edilecek yeni binalarda kullanılması ile kente bir kimlik kazandırılacak” dedi.'

burdan sonrası benden:

Üzgünüm, habere göre  proje içinde bulunan sevdiğim isimler de var Urfa' dan, ama sizleri severim diye düşündüğümü söylemekten kendimi alıkoymam doğru olmaz. Bu 'Göbekli Tepe' deki taş işçiliğini canlandırma' projesi, ya içeriği ile adı uyuşmayan ya da Göbekli Tepe ve neolitik dönem ile ilgili eksik bilgilerle oluşturulmuş bir proje... öncelikle isimlendirmeden, benim ve büyük ihtimalle duyan çoğu kişinin anlayacağı şey şu olacak, 'Göbekli Tepe de 12000 yıl önce yaşayan taş işçiliğini ve tekniklerini günümüzle buluşturmak' ...Ama  Göbekli Tepe' de yaşayan, taş eserleri yapan insanlar sadece taş aletler kullanıyorlardı, bir de bunun üstüne günümüze kadar kalmayan organik maddeler de kullanmış olabilirler, ahşap falan..Şimdi Göbekli Tepe'deki taş işçiliğini canlandırma hedefi ile yola çıkarak neye  ulaşmaya çalışıyoruz, Göbekli Tepe'deki insanlar gibi mi taş işleyeceğiz? o zaman bırakıyoruz metal keskileri , balyozları falan...İyi kalitede homojen dokulu çakmaktaşı yumruları bulacağız, en iyisi bunları taze taze çıkaracağımız taş ocakları bulacağız, sonra  o yumruları alıp başka taştan çeşitli büyüklükte vurgu taşları ile yontaraktan( yani bilinçli, planlı vuruşlarla kıraraktan) çift vurgu düzlemli navi formlu bir dilgi çekirdeği haline getireceğiz, Göbekli Tepe' de öyle yapmışlar. Devamında bu çekirdekten, uzun düzgün dilgiler çıkaralım, sonra   bunlara düzelti yapalım ok ucu,  kalem keski, kazıyıcı, delici falan olsunlar...yok çakmaktaşları kalsın biz kireçtaşlarından bir şey yapalım diyorsak, şöyle en irisinden bir dikilitaş, üzerine hayvan kabartmaları falan,  o zaman yine iyi bir taş ocağı bulmamız gerekiyor, kireçtaşının en iyileri  Göbekli Tepe'de, boşuna değil 12000 yıl öncesinin insanları orada, o noktada Göbekli Tepe'de bu işler için buluşmuşlar, ama biz bugün oraya gidip modern faaliyetlerde bulunmuyoruz tabii yoksa bu büyük bir felaket ve barbarca bir tahrip olur, o yüzden  başka bir yerde olsun bu taş ocağı, Göbekli Tepe'  liler gibi çalışacaksak, burda da yumru taşlarla, günlerce vura vura anakayadan kopuş hattı oluşturup bir blok çıkarmamız gerekir... ve eğer tüm bunları da yaparsak ve hele bir de çalışma sürecini de belgelersek  bunun adı  'deneysel arkeoloji' olur. Buna yönelik  bir workshop, kurs vs. da yapılabilir neden olmasın, deneysel arkeolojiye gönül vermiş, iki dakikada 12000 yıl öncesinin moda okuçlarından bir tane yapıveren bir sürü insan var dünyada, onlar davet edilir,  kursa bayıla bayıla katılacak insanlara neolitik dönem insanı gibi çakmaktaşı alet yapılması gösterilir,  tekrar turist gelmeye başlarsa Urfa'ya  güzel bir atraksiyon da olur bu, gelenlere düzenli olarak Müze bahçesinde ya da Kültür Müdürlüğü bahçesi daha da güzel orada, böyle bir faaliyete katılma şansı oluşturulabilir.
Ben şimdi yapılan projenin isminin getireceği yanlış algılama nedeni ile döşedim bu kadar metni ama aslında tahminimce kursun içeriği, her türlü modern metal aletle, keskilerle falan taş ocağından kesilip getirilmiş kireçtaşı blokların üstüne , modern mimari elemanları olarak kullanılabilecek motifler yontmak..Göbekli Tepe adının projenin  yanına ilişmesinin nedeni, bu adın bonus değeri sanırım...neyse siz bildiğinizi yapın, arkeologlar ayrıntılarda boğulur, siz bakmayın bize...
https://www.facebook.com/cigdem.koksal.965?fref=nf&pnref=story